Ü
Y
E
L
İ
K

Genel Sağlık-İş Olarak Eğitim-İş’imizin Mitinginde Anıtparktaydık

Genel Sağlık-İş Olarak Eğitim-İş’imizin Mitinginde Anıtparktaydık Genel Sağlık-İş Olarak Eğitim-İş’imizin Mitinginde Anıtparktaydık

Sendikamız Genel Sağlık-İş Merkez Yönetim Kurulu üyeleri ve Şube temsilcileriyle beraber Birleşik Kamu-İş Konfederasyonumuzla beraber Eğitim-İş'imizin mitinginde Anıtparktaydık. 

Bugün burada sadece eğitim emekçilerinin değil, tüm emekçilerin, emeklilerin, işçilerin, işsizlerin, eğitimin ve geleceğimiz olan çocuklarımızın sorunlarını ve taleplerini anlatmak için bir aradayız. Kamu yönetimindeki çöküş, üretene ve emekçiye yaşatılan sefalet artık bir memleket meselesi haline gelmiş durumda. 

Bugün kendi durumumuzu izah etmenin haricinde, toplumsal sorumluluğumuzu da yerine getirerek domino taşı gibi ülkedeki birçok şeyin nasıl peş peşe devrildiğini anlatacağız. 20 yılı aşkın süredir cumhuriyet dersi eksik olan siyasal islamcı ve piyasacı anlayış tarafından sosyal devlet ilkesini hiçe sayarak yönetilen ülkemiz, ne yazık ki sosyal adaletsizliğin derinleştiği, 

haksızlığın hukuksuzluğun keyfiliğin arttığı bir ülkeye artık bir hayatta kalma parkuruna dönüşmüş durumdadır.

Baştan, temelden başlamak gerekirse: temel bir hak olan eğitim, yani okumak bu ülkede artık paralı hale gelmiştir. Parası olanın parası kadar eğitime ve sağlığa ulaşabildiği bir ülke haline dönüşmüştür.

Eğitim maalesef ki bu ülkede herkesin eşit ve nitelikli bir şekilde ulaşabildiği temel bir hak olmaktan çıkmış artık bir ayrıcalık haline gelmiştir. Eğitim maliyetinin velilerin üstüne yıkıldığı bir sistem kuruldu. Devletin okullarında okumak bile artık ciddi bir yük. Kendilerini ve tarikatları hoş etmek için bilimsel dersleri azaltıp gericileştirdikleri müfredat, 

son yıllardaki LGS ve YGS’lerdeki sonuçlar gösteriyor ki temel bilgi ve becerileri, hatta konuştuğu Türkçe’yi bile öğretebilmekten acizler; yardımcı kitaplarla yamanıp duruyor sürekli sistem. Hadi diyelim buna rağmen okuyup öğrenebiliyorsunuz; bu arada imam hatip dayatmalarından, protokol adı altında okullarınızda cirit attırılan tarikatlardan, medreseleştirilmiş sistemden de kurtulmanız gerek. 

Bunu da başardınız ve üniversite kazandınız diyelim. Kendinize kalacak bir yer bulmanız lazım çünkü yöneticiler, sırf tarikat yurtları dolup taşsın diye yeteri sayıda yurt açmamak konusunda ısrarcı. Ha eğer KYK’larda yer bulacak kadar şanslıysanız da asansör kazalarından, tacizlerden, zehirlenmelerden, kapı önlerinde cirit atmasına göz yumulan mafyatik yapılardan kurtulmanız gerek.

Üniversitede de yemekhanelerdeki pahalılığı protesto etmek gibi doğal ve demokratik, merak ettiğiniz ancak iktidarın fikriyatıyla çatışan bir alanda araştırma yapmak gibi üniversiteli olmanın doğasına uygun şekilde faaliyet gösterirseniz eğitim hakkınızın gasp edilmesi an meselesi. Diyelim ki bundan da kurtuldunuz. 

Sizi bunca yıl okutmak için fedakarca çalışan ailenizin durumu yok, çünkü yılların emeğine rağmen onlara da bir gelecek verilmemiş. Bu kez burs bulmanız lazım. Şanslıysanız büyükşehirlerde yaşamaya yetmeyen bir 3 kuruş burs buluyorsunuz ve devleti yönetenler size diyor ki “Gel sana kredi verelim. Nas mas boşver, onlar büyük şirketlerin faiz borcu silinirken önemli, sen bana faiziyle öde”.

Diyelim ki bunların da hepsini hallettiniz ve mezun oldunuz: Böyle uzun bir maratondan sağ çıktığınız için artık bir geleceği hak ettiğinizi düşünmeyin. Çünkü yönetenler de öyle düşünmüyor. Utanmadan “Her üniversite bitiren iş bulacak diye bir şey yok” diyen, yandaşlara ve zenginlere unvan ve diploma dağıtmak için ardı arkası olmayan vakıf üniversiteleri kuran, üniversite bölümleri açarken mezun sayısı hesaplaması yapmadığı için diplomalı işsizliği çığ gibi büyüten bir zihniyetin yönetiminde, iş bulmaya çalışacaksınız. Diyelim ki KPSS’ye girip derece yaptınız ve memur olmaya çalışıyorsunuz. Bu kez de önünüze torpil mekanizması ve mülakat denen kadrolaşma sistemi çıkacak. Hadi diyelim bunları da atlatabilen sayılı azınlığa dahil oldunuz. 

“Artık kamuda çalışıyorum. Devlet sırtını bana ben de devlete yaslayacağım” diye düşünmeyin. Çünkü bugün itibariyle kamu emekçisinin durumu şu:

Açlık sınırının çok az üstünde, yoksulluk sınırının çok çok altında bir ücret alacaksınız.

Daha aybaşından ay sonunu kara kara düşünmeye, borçlanarak ayı kurtarmaya çalışacaksınız.

Liyakatsizce atanan, çoğu sizden daha az eğitimli ve işinin ehli olmayan yöneticilerin baskılarına, mobbingine, angaryalarına ve hatta kimi zaman keyfi disiplin soruşturmalarına maruz kalacaksınız. Enflasyonu matematiğe ihanet edercesine yanlış belirleyen TÜİK, iktidardan aferin almak için çırpınan sarı sendikalar ve “sanki bütün gün ne yapıyorlar ki” diyen hükümet temsilcilerinin TİS adı altında kurduğu müsamere masasında her gün biraz daha fakirleştirileceksiniz. 

Onca yıl okuyup, onca yıl çalışıp orta halli bir araba, başınızı sokacak bir ev almak için bile şanslı olmanız gerek çünkü aldığınız düşük ücretin zaten yarısı kiraya gidecek.

Diyelim ki bu koşullardan da sağ çıktınız. Yani artık kendi imkanlarıyla yıllarca okumuş, sonra devlette on yıllarca emek vermiş bir emeklisiniz, bu kez de maaşınızı birden 3’te 1 oranında ödemeye başlayacaklar. Ailenizle bir kez bile bir otelde uzun bir tatil yapamadan geçirdiğiniz hayatınıza, artık bayramlarda torunlarına harçlık bile veremeyecek şekilde devam edeceksiniz.

Bakın bu anlattığım, Türkiye hikayesidir.

Artık eğitim görmenin, alanında uzmanlaşmanın, çok çalışmanın makbul sayılmadığı, iş bulmaya ve hayata tutunmaya yetecek kadar gelir sağlamaya yetmediği yeni Türkiye.

Bu kabul edilebilir mi? Bu geleceksizlik, bu ülkenin çalışanına reva görülen bu değersizlik kabul edilebilir mi? Asla! Reddediyoruz.

Bir öğretmen olarak söylüyorum ki bunların Cumhuriyet dersi eksik. Çünkü Cumhuriyet aynı zamanda tüm yurttaşların devlet imkanlarından eşit şekilde faydalandığı sistemin de adı. Büyük Önder Atatürk’ün “kimsesizlerin kimsesi” olsun diye kurduğu bu Cumhuriyette, emekçinin yoksulun haksız, hukuksuz, imkansız bırakılması kabul edilemez!

  Dün eğitimin ve eğitim emekçisinin geldiği hazin duruma dikkat çekmek için, bizler için en kıymetli günlerden biri olan Öğretmenler Günü’nde ülke genelinde basın açıklaması yaparak acı tabloyu anlattık. Çığ gibi büyüyen sorunlar ve gittikçe derinleşen sefalete karşı üç maymunu oynayıp önlük gibi icatlar peşinde koşan MEB’in önüne giderek önlük bıraktık. 

“Alın bu önlükler sizin olsun” deyip elimizdeki boş tabildotları ve su şişelerini verdik. “Okuldaki yoksulluk eğitimi de vurur hale geldi. Çocuklar derse aç giriyor, teneffüslerde musluklardan su içiyor. Siz önce çocuklarımıza bir öğün yemek vermeyi becerin, içme suyu tedarik edin” dedik. Neden? Çünkü eğitimcinin en büyük sorunlarından birisi öğrencilerinin çaresizliğini görmek ve yeterince el uzatamamaktır.

Eğitim emekçisinin yaşadığı sefaleti görmezden gelen, çocukların karnının gurultusunu duymazdan gelen bir Bakanlık düşünün, terziliğe soyunmuş önlük dikiyor.

Titanik batarken şarkıya devam eden müzisyenler gibi, geminin çoktan su aldığının farkında değiller, tutturmuş bir türkü gidiyorlar. Gemi batıyor efendiler! Eğitim çöküyor! Parlak bir gelecek ülkemizden günbegün uzaklaşıyor.

Ülkede ciddi bir okul ve derslik sayısı eksiği var ama biz yazlık kışlık saraylar ve millet bahçeleri inşa ediyoruz. Ülkede ciddi bir öğretmen açığı var ama biz atanmayan öğretmenler ordusunu her gün biraz daha büyütüyor, onların inşaatlarda ölüm ya da intihar haberlerini okuyoruz. 

Ülkede öğrencilerin bilimsel dersleri eğitim sistemindeki çarpıklık nedeniyle öğrenemediği açık ama biz okullara imamlar, din görevlileri sokup tarikatları eyliyoruz.

Başöğretmenin gelecek nesilleri emanet edecek kadar güvendiği biz eğitim emekçilerinin güncel durumunu, sendikamızın son anketinden bazı verilerle tekrar gözler önüne sermek istiyorum:

• Yöneticiler tarafından öğretmenlerin sözüne/fikrine değer verilmiyor. Adına meslek kanunu denen ucube ÖMK’yı çıkarırken öğretmenlere danışmaya lutfetmeyen yönetim zihniyeti, lokal ve daha küçük çaplı yönetimsel kararlarda da despot tarzını koruyor. Eğitimi herkesten iyi bilen öğretmenlerin yüzde 72’si çalıştığı kurumla ilgili bir karar alınırken görüşünün bile alınmadığını söylüyor.

• Öğretmenler liyakatin yok edildiği bir sistem içinde erdem mücadelesi veriyor. Öğretmenlerin yüzde 78’i çalıştığı kurumlarda görevde yükselmenin kişisel ve siyasi referanslardan, yani torpilden geçtiğini anlıyor. Yüzde 88’i de görevde yükselme sınavlarının güvenilir olmadığından emin. Öğretmenlerin yüzde 63’ü okul yöneticileri tarafından siyasi baskı gördüğünü söylüyor. 

Okul artık öğretmen için liyakatten arındırılmış, siyasallaştırılmış bir yer olduğu kadar huzurun da kapısından girmediği bir yapı. Öğretmenlerin yüzde 90’ı önü alınmayan eğitimciye şiddet olayları nedeniyle kendini güvende hissetmiyor. Mesleğe ihanet kanunu olan ÖMK nedeniyle okulda çalışma barışı kalmadı diyenlerin oranı da yine yüzde 90.

• Bugün bize “hakkınızı ödeyemeyiz” edebiyat yapmak için sıraya girecek olan yöneticiler, gerçekten de hakkımızı ödemiyorlar. Öğretmenlerin yüzde 95’i maaşının yetersiz olduğunu söylüyor. Bu maaşla kendim ve ailem için bir gelecek hazırlayamam diyenlerin oranı yüzde 98. Öğretmenlerin hakları gibi umutları da çalınmış durumda; yüzde 96’sı “gelecekten ümitli değilim” diyor. 

Öğretmenlerin yüzde 96’sı düşük maaş nedeniyle toplumdaki saygınlığının azaldığı görüşünde. Sınıfındaki her öğrenciye kendi evladı gibi yaklaşan öğretmenlerin yüzde 97’sinin bütçesi kendi çocuklarının ihtiyacını gidermeye yetmiyor. Öğretmenlerin yüzde 65’i esnaf, yüzde 37’si şahıslara borçlu. 

Matematiğe aykırı biçimde öğretmenler için bir ay ortalama 30 gün değil bir yıl gibi geçiyor, ay sonu bir türlü gelmiyor, öğretmenlerin yüzde 72’si her ay borç alarak ayakta kalabiliyor. Öğretmenlerin yarısından fazlası kredi kartının sadece asgari borcunu ödeyebiliyor.

• Geçim derdi yüzünden öğretmenler, kendilerini adadıkları mesleklerini bile ağız tadıyla, kafa rahatlığıyla icra edemiyor. 

Öğretmenlerin yüzde 92’si borçları nedeniyle mesleki veriminin düştüğünün farkında. 

Öğretmenlerin yüzde 88’i düşük gelir nedeniyle sık sık psikolojik sorunlar yaşadığını anlatıyor. Ülkede kira ortalaması 8.500 liraya tırmanmışken maaşının yarısına yakını barınmaya giden öğretmenler, geçim derdinin ağırlığı altında eziliyor.

• Öğretmenlerin hakları o kadar keyfi şekilde gasp edilmeye başlandı ki Anayasal bir hak olan güvenceli istihdam konusunda bile güven duyulamıyor. Öğretmenlerin yüzde 60’ı görevden alınma korkusu yaşıyor. Güvencesiz, kölelik sistemiyle emeği sömürülen ücretli öğretmenler ordusu da düşünüldüğünde, bu endişenin ne kadar haklı olduğu görülüyor.

• Öğretmenler, Cumhuriyet’e layık bir şekilde laik, bilimsel, adil ve kamusal bir eğitim veremiyor olmanın sıkıntısı içinde. Öğretmenlerin yüzde 99’u eğitimin niteliğinin her gün biraz daha düştüğü tespitinde birleşiyor.

• Çalışma hayatı yerle bir edilen öğretmenin, düşük gelir nedeniyle sosyal ve özel yaşamı da sancılı. En insani ihtiyaçlar bile lüks. 

Öğretmenlerin yüzde 86’sı haftada bir kez bile ailesini yemeğe çıkaramıyor. Öğretmenlerin yüzde 90’ı çok kısa süreli bile olsa ailesiyle bir otelde tatil yapamıyor. Yine yüzde 90 için tatil, evinde kalmaktan ya da köyüne gitmekten ibaret.

• İnsanca çalışma koşulları ve insanlık onuruna yaraşır bir ücret alamayan öğretmenler için artık yaşanabilir bir emeklilik hayali de imkansız. 

Ömürleri boyunca çalıştıktan sonra zaten kuş kadar emeklilik ücret alacak olan öğretmenler, o günler için bir hazırlık da yapamıyor. Maaşından herhangi bir birikim yapamayan öğretmenlerin oranı yüzde 91. 

Oysa bakın eğitim, toplumsal alanın her bir zerresi için ne kadar hayati. Örneğin bugün aynı zamanda Kadına Şiddetle Mücadele Günü. 

Peki birçok Avrupa ülkesinden bile önce kadına seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere her alanda eşitlik sağlayan bu ülkede şimdi nasıl bir noktadayız? Kadını eve kapatmak, kız çocuklarını harem selamlık okutmak isteyen, cinsiyet eşitliği derslerine bile bu yüzden tahammül edemeyip eğitimden çıkartan bir zihniyetin yönettiği bu ülkede istisnasız her gün kadına şiddet ve kadın cinayetleri haberleriyle uyanıyoruz. 

Yani eğitime vurulan her darbe, ülkeyi her alanda çağın çok gerisine atıyor. O yüzden eğitim sadece eğitim emekçisinin sorunu değildir. O yüzden eğitim emekçisinin sorunları aynı zamanda ülke meselesidir. O yüzden bu ağır enkazı ancak ve ancak toplumsal bir mücadeleyle kaldırmak mümkündür. Örgütlü kötülüğe, örgütlü gericiliğe karşı örgütlü bir aydınlanma mücadelesi verebilmeliyiz. 

İyileri kötüler kadar güçlü ve cesur yapmanın tek reçetesi örgütlü mücadele ve dayanışmadır. Eğitim-İş olarak kurulduğumuz günden bu yana bu amaç için mücadele ettik ve sonuna kadar da devam edeceğiz. Başaracağız! Sizlerin, tüm emekçilerin, halkımızın sayesinde başaracağız.

Tüm eğitim emekçilerinin ortak mücadele çatısı olan Eğitim-İş olarak ne diyoruz: Eğitim bir ekip ve süreç işidir; idari personelinden akademisyenine, yöneticisinden öğretmenine kadar hepsinin değer kattığı bir süreç.

Eğitimi, eğitimden intikam alırcasına yöneten iktidar sayesinde sadece öğretmenler değil tüm eğitim emekçileri bitmeyen bir mağduriyet döngüsüne sokuldu.

Tepeden inme yöneticilerin parti komiseri gibi dikildiği; aklın, bilimin ve sorgulamanın merkezi olması gereken üniversiteler sustu. Birçok haklarından mahrum edilen akademisyenlerin üzerinde düzenli bir siyasi baskı var. Üniversitenin idari personeli, iş tanımında olmayan angaryalarla, mesai kavramı da katledilerek sömürülüyor. 

Son yıllarda dünyanın 500 üniversitesi listesine girebilen doğru düzgün devlet üniversitemiz yok.  

Kamu yönetiminde liyakati öldürdüler: Tepeden inme, siyasi kriterlerle atanan yöneticilerin baskısına, mobbingine maruz kalan kamu emekçisi için iş yaşamı bir huzursuzluk kaynağına dönüştü.

Kamu yönetiminde adaleti öldürdüler: Eşit işe eşit ücret gibi en insani, güvenceli istihdam gibi Anayasanın emri olan haklar bile tırpanlandı. Keyfi soruşturmalar, cezalar, sürgünler için var olan itiraz mekanizması çalışmaz duruma getirildi. Eşlerin aynı ilde çalışabilmesi bile torpil gerektirir hale geldi.

Kamu yönetiminde asaleti öldürdüler: Daha yakın bir geçmişe kadar “devlette çalışmak” tabirinin göğüs kabartılarak söylendiği bu topraklarda, şimdi kamuda çalışıyor olmak adeta sefaletin diğer adı haline geldi. Kamu emekçisinin toplumda saygınlığı, kendine güveni kalmadı. Hayatını devlet işine adayan emekçiler kendi itibar savaşını veriyor.

Hal böyleyken; Halkı yoksulluğa mahkum ederken kendi lükslerini “devletin itibarı” diye izah edenlere sormak lazım: Nedir devlet? Ben cevap vereyim: Devlet okuldaki öğretmendir, hastanedeki hemşiredir, milli eğitim müdürlüğündeki idari personeldir devlet. Devleti temsil eden emekçilerin haklarının teslim edilmediği, 

kendisinin ve ailesinin hayatını idame ettirecek kadar ücret alamadığı bir düzende itibar olur mu?

Yöneticilere şunu sormak gerekir: Çok yorgun, kafası hep geçim derdinde olan bir pilotun kullandığı uçağa biner misiniz? Kendini değersiz hissetmesine yol açtığınız, haklarını vermediğiniz için sürekli düşünceli olan bir doktora ameliyat olmak ister misiniz? 

Cevap hayır ise ülkenin geleceğini inşa eden eğitim emekçilerini neden kendini işine adayamayacağı kadar beter bir yoksulluk ve yoksunluk kuyusuna atıyorsunuz? Devleti temsil eden emekçileri, yani doğrudan halk için emeğini veren milyonları neden derin bir geçim sıkıntısına, ağır bir değersizliğe itiyorsunuz. Kamu hizmeti almaya çalışan bu halk, sizden değersiz mi?

Bu böyle gidemez! Gitmeyecek. Haklarımızı saraylarda fısıldayarak değil meydanlarda haykırarak alacağız! Birlikte, örgütlü davranarak alacağız! Omuz omuza vererek, örgütlü bir halkın en büyük güç olduğunu, emeğin en yüce değer olduğunu göstererek alacağız!

DİRENE DİRENE KAZANACAĞIZ!